Size “sini”den söz ederken, “durun size yarın da babamın sini’de pişirdiği künefesini anlayım,” demiştim" ya. Şimdi sözümde duruyorum.
Babam künefe pişirme hazırlıklarına daha ilk akşamdan başlardı. Önce ham künefe didim didim didilirdi. İçine bir miktar yağ konularak harmanlanırdı.
Sonra cevizler kırılır, içi çıkarılırdı. Cevizler havanda bir güzel dövülürdü. Yok yanlış söyledim. Bir güzel dövülmezdi. Nohut ya da fındık biriliğinde kalıncaya dek dövülürdü. Daha fazla ezilmezdi, çünkü yerken inanın dişine dokunmalıydı.
Sıra tepsinin hazırlanmasına gelmiştir. Künefe pişerken yapışmasın diye tepsi iyice yağlanırdı. Çiy künefenin yarısı tepsiye yayılır. Orasına burasına ceviz içleri serpilir.
Sonra çiy künefenin ikinci bölümü bunların üzerine örtülür. Elle iyice bastırıldıkta sonra pişmeye hazır olan künefe tepsisi sedirin altına sürülür. Orada bir iki saat bekletilirdi.
Bunu neden yaptığını sorduğumuzda babam gülerek:
“Demlensin, diye bekletiyoruz,” derdi.”
Künefenin çay gibi demlenmeye bırakılmasına şaşardık.
Bu arada annem avluda, yemek pişirme mangalında ateş yakardı. Bu ateşte kadayıfın kıvamı hazırlanır, soğumaya bırakılırdı. Karbonu geçen ateş paşa mangalına alınır, üzeri küllenirdi.
O iki demlenme saati geçtiğinde tepsi sedirin altından çıkarılırdı. Külü deşilen kor halindeki ateş ortaya çıkardı. Babam tepsinin bir yerine gazete kâğıdından parmak kadar bir parça kesip işaret yapardı. Sonra da tepsiyi mangalın üstünde beklete beklete çevirirdi.
Bu arada biz çocukların uyku gözlerinden akmaya çoktan başlamıştır bile. Oturduğumuz yerde uyuyakalırdık hepimiz de. “Uyku baldan tatlıdır,” derler ya, doğruydu. Yemek için can attığımız künefe umurumuzda olmazdı uyku bastırınca.
Künefe pişip yemeye hazır olduğunda biz çocuklar uyandırılırdık. Uyanmamak için çok direnirdik ama annemiz babamız çok ısrar ederdi.
Tepsinin başına oturur, gönülsüz gönülsüz bir iki çatal künefeyi ağzımıza götürür, uyku ile uyanıklık arasında bocalayarak çiğnemeye çalışırdık.
Tam bu sırada dış kapının tokmağı güm güm vurulmaz mı!
“Eyvah! Misafir geldi!”
Böylece anlaşılırdı künefenin niçin demlenmeye bırakıldığı.
Gecenin bu saatinde rahatsız eden münasebetsiz misafir de kimdi acaba?
Künefe tepsisi hemencecik sedirin altına sürülür, sofra toplanırdı. Künefeyi saklayabilirdik ama kokusunu saklayamazdık ki…
Gelen misafir de pişkinliği elden bırakmazdı tabii. İmalı imelı “saklamışsınız ama kokusundan anladım der gibi:
“Künefe pişirmişsiniz galiba…” derdi.
Hık mık derken ister istemez tepsi ortaya çıkarılırdı ama biz çocuklar ikinci uykumuza çoktan ermiş olurduk.
***
Aradan yıllar geçince anladık ki bizim künefe dediğimiz şey künefe değil, kadayıftır. Asıl künefeyi ilk gençlik yıllarımızda geziye gittiğimiz Antakya’nın Harbiye Gazinosunda yiyecek, tadına doyamayacaktık.
Demek ki künefe, içine peynir konulan kadayıftı.
Işıklar içinde yatası Şair arkadaşım Vahittin Bozgeyik’le arada bir peynirli kadayıf yani künefe kaçamağı yapardık. Eski Dayıahmet Ağa Okulunun arkasındaki sokakta, o güzel işlerini bugün de sürdüren künefecilerden birine dalardık.
Ne zaman o sokaktan geçsem, Bozgeyikle yediğimiz künefeleri anımsarım. Canım çok çektiği halde içeriye girip yiyemem.
Şimdi anlıyorum annemle babamın çocukluk yıllarımızda bizi niçin tatlı uykumuzdan uyandırıp zorla künefe yetirmeye çalıştıklarını.
Demek ki sevdiklerinin katılımı olmayınca, hiçbir yiyecek boğazından geçmiyor insanın.