Biz böyle değildik. Bu topraklarda kadın; anneydi, bacıydı, emekti, bereketti. Kadına el kaldırmak ayıptı, günahtı, insanlığa sığmazdı. Bugün ise şiddetin dili gündelik hayatın içine sinsice yerleşmiş durumda. Öfke meşrulaştırılıyor, suç gerekçelendiriliyor, fail bazen “kıskançtı”, bazen “sinirine hakim olamadı” denilerek adeta aklanıyor.
Oysa hiçbir gerekçe bir kadının canını almaya yetmez. Hiçbir bahane, bir tokadı, bir bıçağı, bir kurşunu masum kılamaz. Toplum olarak iyi bir yerde değiliz. Kadın cinayetleri sadece bireysel birer “adli vaka” değildir. Bunlar; eğitimin, adaletin, ahlakın, vicdanın ve toplumsal değerlerin alarm verdiğinin açık göstergesidir.
Şiddet, yalnızca eli kaldıranın değil; susanın, görmezden gelenin, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyenin de sorumluluğudur. En acı olan ise şudur: Birçok kadın, öldürülmeden önce defalarca yardım istemiştir. Karakola gitmiş, mahkemeye başvurmuş, korunmak istemiştir. Sonra geriye, “Keşke…”lerle dolu açıklamalar kalmıştır.
Oysa bir kadını yaşatmak, bir dosyayı kapatmaktan daha değerlidir. Kadına şiddet bir “erkeklik” meselesi değildir. Tam tersine, güçsüzlüğün, kontrolsüzlüğün ve sevgisizliğin göstergesidir. Gerçek güç; el kaldırmakta değil, el uzatmaktadır. Gerçek cesaret; susturmakta değil, dinlemektedir. Gerçek insanlık; korkutmakta değil, korumaktadır.
Bugün çocuklarımız bu haberlerle büyüyor. Şiddeti normal gören, öfkeyi çözüm sanan bir nesil yetişme tehlikesiyle karşı karşıya. Eğer şimdi dur demezsek, yarın daha ağır bedeller öderiz. Çünkü şiddet, bulaşıcıdır; sessizlikle beslenir, cezasızlıkla büyür. Bu nedenle artık yüksek sesle şunu söylemek zorundayız: Kadına el kaldırmak kabul edilemez.
Ne töreyle ne gelenekle ne sinirle ne de sözde “namus” kavramıyla açıklanamaz. Kadın yaşarsa toplum yaşar. Kadın güvende değilse, hiçbirimiz güvende değiliz. Biz böyle değildik… Ama yeniden böyle olabiliriz. Vicdanı diri, adaleti güçlü, merhameti merkezine alan bir toplum olmak hala mümkün. Yeter ki susmayalım, kabullenmeyelim ve her kadının yaşam hakkını, kendi yaşam hakkımız gibi savunalım. Çünkü bir kadının daha eksilmesine tahammülümüz kalmadı.
Bir de annelerimiz vardı…İmkanların kısıtlı olduğu, yokluğun kapıdan eksik olmadığı yıllarda bile evler yuva olmayı başarırdı. Annelerimiz kolay yaşamadı; erken kalktı, geç yattı, çoğu zaman kendinden vazgeçti ama evin direğini hiç yıkmadı. Bir tas çorbayı bölüştürürken sevgiyle bölüştürdü, zorluğu sabırla yoğurdu.
Yuva dediğimiz şey; dört duvardan ibaret değildi, içinde merhamet, saygı ve emek vardı. Eskiden hayat zordu ama insanlar birbirine daha yakındı. Komşu komşunun kapısını çalardı, aile içinde sözün bir ağırlığı vardı. Annenin bakışı, babanın sessizliği bile terbiye ederdi insanı.
Şiddet çözüm değil, ayıp sayılırdı. Kadın yuvanın kalbiydi; kalp durursa evin de duracağını herkes bilirdi. Bugün ise imkanlar arttı ama tahammül azaldı. Evler büyüdü, yürekler küçüldü. Yuva kavramı anlamını yitirirken, öfke konuşur oldu. Oysa annelerimiz bize şunu öğretmişti: Zorluk geçer, söz kalır; yara iyileşir, iz kalır. El kaldırmak değil, gönül almak esastı.
Belki de bugün kaybettiğimiz şey tam olarak budur: Yuvanın kutsallığı…Kadına uzanan her el, aslında bir yuvayı yıkıyor. Bir annenin emeğini, bir çocuğun geleceğini, bir ailenin umudunu yerle bir ediyor. Oysa annelerimiz, en zor zamanlarda bile yuvayı ayakta tutmanın ne demek olduğunu bize yaşayarak göstermişti.
Şimdi yeniden o hafızayı hatırlama zamanı. Annelerimizin sabrını, merhametini, yuva kurma bilincini yeniden toplumsal vicdanımıza kazıma zamanı. Çünkü bir toplum, annelerinin değer gördüğü kadar insandır. Ve unutmayalım: “Yuva yıkılırsa toplum da yıkılır.” Yuvayı korumanın yolu ise kadını korumaktan geçer.