Şimdi aynı pazar yerlerinde başka bir tablo var. İnsanlar tezgâhların önünde değil, tezgâhların uzağında duruyor. Soramıyor, alamıyor, yaklaşamıyor. Çünkü artık “tezgâha yaklaşmak” bile bütçe hesabı gerektiriyor.
Sepetler eskisi gibi dolmuyor. Dolmadıkça içimizdeki umut azalıyor. Artık “bir kilo domates” demek, “bir günün hesabı” demek. Bir kilo peynir, “bir çocuğun bir hafta boyunca okul harçlığının kesilmesi” demek. Bir bidon yağ demek, evde birçok şeyden feragat etmek anlamına geliyor.
Hal böyle olunca insanlar haklı olarak soruyor: “Biz ne zaman bu kadar yoksullaştık?”
Gelir aynı yerde sayarken, fiyatların her gün katlanarak arttığı bir memlekette yaşıyoruz. İnsanlar artık yalnızca geçinmeye çalışmıyor; yaşamaya tutunmaya çalışıyor. Bir babanın eli cebine giderken duyduğu kaygıyı, bir annenin alışveriş poşetine bakıp “Bu hafta bunu da alamadık” diye iç geçirişini kim görüyor? Gören var mı gerçekten?
Evet, ekonominin grafikleri televizyon ekranlarında yukarıya doğru tırmanıyor olabilir. Rakamlar belki birileri için güzel görünüyor olabilir. Ama o pazarda sepetini dolduramayan anneye soruldu mu? Kasap vitrininin önünde sadece bakan babaya bakıldı mı? Emekli maaşıyla ayın ortasını göremeyen yaşlıya kulak verildi mi?
Bu ülkenin insanı çalışkan, sabırlı ve kanaatkârdır. Ama kimse açlığa, yoksulluğa sabretmek zorunda değildir. Hiç kimse yaşamak için sürekli hesap yapmak zorunda olmamalıdır. Yaşam, bir matematik problemi değildir. Pazar artık bir aynadır. O aynada toplumun gerçek yüzü görünür.
Bugün o aynaya baktığımızda gördüğümüz şey: Yorgunluk, bitkinlik.
Ve geleceğe dair kaygı. Bu ülkenin insanı, sepetini doldurmayı hak ediyor. Çocuklar sütü, peyniri, meyveyi hak ediyor. Aileler sofralarında çeşit olmayı hak ediyor. Kimse lüks istemiyor, kimse zenginlik peşinde değil. İstenen, yalnızca insanca yaşamak. Sorulması gereken soru basit: Bir ülkenin pazar sepeti boşsa buna ne denir? Cevabı hepimiz biliyoruz.
Bir dönem televizyonda izlediğimiz Kemal Sunal filmlerinde, pazar yerlerinde fiyatla pazarlık yapan, elindeki parayı hesaplayarak domatesi taneyle alan, borç defterine isim yazdıran sahneler vardı. O filmlerde kahkaha atar, “Abartı işte” derdik. Çünkü o zamanlar pazarın yolu şenlikti; sepetler dolu, yüzler gülüyordu.
Bugün ise o sahneler bir komedi değil, hayatın tam ortasında duran acı bir gerçek olarak karşımızda. Pazar yerinde artık fiyat sormaya bile çekinen insanlar görüyoruz. Tüketici önce fiyat tabelasına bakıyor, sonra derin bir nefes alıp “Kaç tane vereyim?” sorusunu soruyor. Kilosu değil, tanesi konuşuluyor; file değil, poşetin altını bile dolduramıyoruz.
Kemal Sunal filmlerinde Şaban hep umutluydu. Kaybederdi ama pes etmezdi. Bugün ise toplumun büyük bir kesimi, omuzlarına yüklenen artan fiyatlar ve geçim sıkıntısı nedeniyle umutla umutsuzluk arasında gidip geliyor.
Pazar tezgahında satıcı da müşteri de dertli. Satıcı diyor ki: “Ben de almakta zorlanıyorum.”
Müşteri diyor ki: “Eskiden kilo kilo aldığımızdan geriye anılar kaldı.” Bu ülkede bir domatesin, bir salatalığın, bir litrelik yağın hikayesi artık aile bütçesinin hikayesidir. Çocuğuna çikolata alıp alamayacağını düşünen anne-babalar, okuldan dönen evlatlarına “Bugün pazardan bir şey alınmadı” cümlesini kuran aileler çoğaldı.
Aslında mesele sadece pazar değil. Mesele, insanların umutlarının daralması. Mesele, evine alın teriyle huzurla ekmek götürmenin imkansız hale gelmesi. Kemal Sunal, filmlerinde hayat pahalılığımı gülümseterek gösterirdi. Şimdi ise aynı gerçeklik, sahnelerden dışarı taştı.