Toprak evlerin duvarları, yalnızca çamur ve samanla karılmış değildi; sabırla, emekle, imeceyle, sevgiyle yoğrulmuştu. Bir odanın duvarına dayanıp yatan çocuk, sanki toprağın kalbinden gelen sessiz bir ninni ile uyurdu. Yazın serin, kışın sıcak olurdu o evler. Bugün milyonlarca lira harcadığımız izolasyon sistemlerini, en doğal haliyle bize sunardı.
Akşam olunca herkes aynı sofranın etrafına toplanırdı. Kimse elinde telefonla yemek yemez, kimse başka odada durmazdı. Sofra sadece karın doyurmaz; gönlü, muhabbeti, aileyi bir arada tutardı. Büyüklerin sözü, küçüğün saygısı vardı. Bir tas çorbanın bu kadar çok mutluluk verdiği günlerdi o günler.
Avluda sabah güneşi başka doğardı. Bir tarafta tandırın dumanı yükselir, diğer tarafta kuzu meleyişleri kulağa çalınırdı. Çocuklar koşar, düşer, kalkar, hiçbir şey olmamış gibi yeniden oynardı. Ayakkabı değil, toprağın kendisi ayak altındaydı. Bu yüzden mi bilirdik biz doğayı? Bu yüzden mi bilirdik şükrü?
Bugün beton binalar yükseldi, şehirler büyüdü, imkânlar çoğaldı ama garip bir eksiklik çöktü üzerimize. Güvenliğimiz arttı belki ama huzurumuz azaldı. Kapılar kapandı, pencereler perdelerle örtüldü, komşular birbirini tanımaz oldu. Çocuklar dışarıda değil, ekran karşısında büyüyor artık. Toprakla değil, piksel ile temas ediyorlar.
Belki de mesele, toprak evlerin fiziksel olarak yıkılması değil. İçimizdeki toprak duygusunun, o dinginliğin, o sadeliğin kaybolması. Bugün birçoğumuz ara sıra köye gidince derin bir nefes alıyoruz. Çünkü o nefes bize, unuttuğumuz bir şeyi hatırlatıyor: İnsanın kökü topraktadır. İnsanın huzuru sadelikte saklıdır. İnsanın yuvası doğallıktadır.
Belki toprak evlerde yaşamayı tamamen geri getiremeyiz. Ama o evlerin bize öğrettiği yaşam biçimini, gönül sıcaklığını, paylaşma kültürünü yeniden hayatımıza katabiliriz. Bir sofrada birlikte oturmak, bir sohbeti telefonsuz yapmak, çocuklara toprağı tanıtmak kâfi olabilir. Çünkü huzur, aslında hala bir yerlerde duruyor. Yeter ki onu hatırlayacak bir kalbimiz olsun.
Her şeyin çok hızlı aktığı bir çağdayız. Şehirlerde hayat; koşuşturmanın, yetişme telaşının ve hiç bitmeyen bir gürültünün içinde ilerliyor. İnsan nefes aldığı anı bile planlamak zorunda kalıyor adeta. Oysa şehrin biraz dışına, birkaç tepenin ardına geçtiğimizde bambaşka bir dünyanın sessizce yaşadığını görüyoruz: Köyler.
Köylerde yaşam; doğanın kalp atışını duymaktır. Sabahları kapı önünde demlenen çayın kokusunu hissetmek, rüzgarın ağaçlarla konuşmasını dinlemek… Bunlar şehirde parayla satın alınamayacak kadar değerli duygular. Orada zaman; yarışılacak bir şey değil, yaşanacak bir dosttur.
Köy insanı, toprağın dilini bilir. Bir avuç toprağın nasıl berekete döndüğünü görür. Bir ekmeğin masaya gelene kadar hangi emeklerden geçtiğini unutmaz. Belki cebinde servet yoktur ama sofrasında gönül zenginliği vardır. Komşuluk, bir kap tencerenin buharı kadar sıcaktır. Kapılar kilitlenmez, yürekler ise hep açıktır.
Bugün şehirlerde ses yükseldikçe iletişim azaldı. Kalabalık arttıkça yalnızlık çoğaldı. Herkes birbirinin çok yakınında ama ruh olarak çok uzağında. Oysa köylerde selam, hâl hatır, oturup iki kelam etme hâlâ yaşayan bir kültürdür. Belki hepimiz köylerde yaşayamayız. Belki işimiz, düzenimiz bizi şehre bağlamıştır.
Ama köy ruhunu kaybetmemek, hepimizin elinde. Bir nebze yavaşlamak, doğaya dokunmak, emeğin değerini hatırlamak, paylaştıkça çoğalan bir hayatın peşine düşmek… Çünkü bazen insanın aradığı huzur, büyük binalarda değil; küçük bir köy evinin avlusunda esen rüzgârdadır.