Çocukluğumda ramazan ayı denildiğinde aklıma ilk ve tek gelen, davulcuydu. Geceleri davulcunun gelmesini bekler ve onu görünce sevinirdim. Üstelik şimdilerdeki gibi öyle süslü püslü davulları yoktu. Maniler okumazlardı. Onsekiz kiloluk yağ tenekesini asarlardı omuzlarına ve seslerinin elverdiğince “gahııınnn!”, diye bağırırlardı.

                Son ramazan ayında memleketimdeydim.

Ritimli davulunu çalan ve maniler okuyan davulcu bizim sokaktan geçmişti. Ardından, çocukluğumdan kalan teneke sesini duyuyordum. Önce kulağıma öylesine seslerin geldiğini sandım ama ses yaklaşarak devam ediyordu. Yatağımdan fırladım. Işıkları yakmadan salonun camından yola baktım. Birisinin omzunda on kiloluk tekene, mahallenin iki çocuğu yukarıya doğru gidiyordu.

Mutfağa geçtim, çaydanlığı ateşe koydum ve yola bakan camın önüne oturdum.  Yoldan gözümü ayırmadan, çocukların geriye dönmesini bekliyorum. O da ne, çocuklar camda beni görünce evin arka tarafına, görünmeze gittiler. Hızlı adımlarla sokak kapısına gittim ve kapıyı açtım. Hacı Halil! Miraç! Diye seslendim. Kendilerini göstermeden “efendim” dediler. Gelin size lokum vereceğim deyince, neşeyle koştular yanıma. Biliyordum her çocuğun lokumun ve şekerin ardından koşacağını. Ben de koşmuştum.

Benim ikramımı beklemeden, kapıda manileri ardı ardına okunuyorlardı.

“Kapınıza geldim iki büklüm

Sırtımda davul yüküm

Benim güzel teyzeciğim

Selamünaleyküm”

Öylesine içten okuyorlardı ki, ben de çıt yok. Yalnızca tebessüm ediyorum. Ama içime sanki neşe geldi. Çocukluğumdan bir kırıntının gelişi miydi bu neşe? Bilmiyorum.

Tek bildiğim günün koşturmasında kaybettiğim(ettiğimiz) bize ait değerleri yeniden yaşıyordum.

İki çocuk en çok maniyi kim okur yarışında, bir yandan da lokumlarını yiyorlar. Sesimize annem uyanmış ve bize bakıyor. Çocuklar “aaa… babaannem”, dediler. “Benim kuzularım, beni uyandırmaya gelmiş. Aferin kuzularıma” deyince annem, bana okudukları maniyi babaanneye uyarladılar.

Yaklaşık onbeş dakika ayaküstünde dörtlü muhabbet ettikten sonra,  haydin bakalım, siz davulunuza devam edin, iyi geceler, dedim. “Biz asıl uyandıracağımızı uyandıramadık”, dedi çocuklar. Yarım saat kadar aynı sokakta yukarı aşağı inip çıktıktan sonra, arkadaşları Hüseyin’i uyandırmışlar ve üç davulcumuz olmuştu.

Ertesi gün ve takip eden günlerde, o geceden, manilerden konuştuk çocuklarla. Çocukların kendilerine güveni, korkusuzluğu, kendilerince maniler yazmaları çok hoşuma gitti. Onların gelecekte kendi ayaklarının üstünde zorlanmadan durabileceklerini sezdim.

Keşke her şey bu kadar güzel olsaydı. Bize ait değerler korunsaydı, sahiplenilseydi.

Taşkent’te geceli gündüzlü dört gün düğün olurdu. Bir tek gecenin dışında(düğün odası) düğün kadınların eğlencesiydi. Tefler çalınır, çoğu doğaçlama türkülerle oynanırdı. Halka ilk gün kız evi “Ayranlı Çorba”, son gün damat evi “Etli Pilav” verirdi. Ne yazık ki bu gelenekler yok olmaya başlamış.

Düğünlerde modern müziklerle gençler oynuyor, yaşlılar da seyrediyor. Kendi yemeklerimizin yerine de Konya yemekleri yapılıyor. Korkarım ki on yıl geçmeden bugün bilinenlerde unutulacak. Öz kültürümüzü kaybedeceğiz.

Oysa kültür, kimliktir.

Davranıştır, yürüyüştür, konuşmadır, insana bakıştır yani yaşam biçimidir. Dayatma kültürler medya ve internet yolu ile sunulurken, kendi kültürümüzü unutuveriyoruz.  

Biz kökleri çok eski ve sağlam bir toplumuz. Farkında olmadan başkalarının yaşamını (kültürünü) benimsemek yerine iyi olanı alsak, kendi kültürümüzü de versek, tanıtsak iyi olmaz mı?

Dünyanın her yerinde çağın girdabına dolanmış gidiyor insan. Neyin doğru, neyin yanlış olduğu bile belli değil. İnsan kendi düşüncesinden, kendi doğrularından bile bazen şüphe ediyor. Yani insanı bu hâle getirdi, insanoğlu. Ama bizlerde insanoğluyuz. Elin oğlundan ne eksiğimiz var? Üstelik bize ait olan değerlere sahip çıkmaya, kimliğimizi korumaya, tanıtmaya gücümüz de var.

Sevgiyle