Bismillah deyip sağ ayağını otobüsün ilk basamağına attığında henüz yirmisindeydi.

         İlk gurbetiydi bu onun. Belki sonuncusu, bilmiyordu.

Sadece gidiyordu. Gittiği yere iyi bir yer deniyordu.

Onun için gidiyordu.

 

Herkes kendini uğurluyordu…

Uğurlamaya gelmeyen kimse kalmamıştı. Tüm arkadaşları oradaydı. Ailesi, akrabaları herkes.

 

Ama o gidiyordu.

 

Uğurlayan herkes bir şeyler sezer gibiydi:

“Güle güle git”,

“yolun açık olsun” deyişleri bile, sanki

“kurban olayım gitme”,

“gidersen ben öleyim”,

“bak babanın ananın başı için”

“bak en sevdiğinin başı için gitme” der gibiydi.

 

Ama o gidiyordu….

 

Nasıl bir gidişti farkında değildi.

Babasının anasının başının dik durması için gidiyordu.

Kendi başının dimdik durması için gidiyordu.

Sevdiği kendisiyle iftihar edecekti belki, onun için gidiyordu.

 

O tüfeği çapraz şekilde tuttuğu fotoğrafını yolladığında sevgilisine, sevgilisi ne mutlu olacaktı:

Benim Yiğidim,

Benim Yarim,

Bu benim sevdam deyip övünecekti. Resmini defalarca öpecekti. Onu düşünüyordu en çok. Ve de özlüyordu.

Belkide o an kendi çocuğunu böyle asker edeceği günleri düşlüyordu….

 

Gidiyordu.

Henüz yirmisindeydi ama gidiyordu…

 

Bir ayağı otobüsün ilk basamağında, bir ayağı yerdeydi ama çoktan gitmişti.

 

Yollayanlar da bunun farkındaydı.

 

Bir ayağı otobüsün ilk basamağında, bir ayağı yerdeydi ama ruhu göklerde bir yerlerde dolaşıyordu. Şimdi otobüsle uğurlanan onun bedeniydi. Bedeni de fazla sürmez gelirdi.

 

Gitti.

Zaten gitmişti ama gene gitti.

 

Yol boyunca düşündü. “Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez” ne demekti. Şehit zaten ölene denmiyor muydu. Zaten ölen biri nasıl ölmüyordu. Sonra anladı aynı kendinin şimdiki durumu gibiydi.

Zaten gitmişti gene gidiyordu,

Onlar da zaten ölmüştü ama ölmüyordu.

Vatan geldi aklına birden

“Vatan Bölünmez” ne demekti:

Yoksa o da mı öyleydi,

Şehitler nasıl ölmezse vatanda öyle mi bölünmüyordu.

 

X

 

Anne ve babasının “yavrum!..” diye çığlık çığlığa kan ter içinde uykusundan uyandığı bir geceydi.

Kendisi o sırada çavuşuyla sevdiği kızdan konuşuyordu. Yapacağı düğünden, anasının da o kızı çok sevdiğini falan anlatıyordu. “Bizim oraların düğünleri başka bir güzel olur, sende gel…..” dedi.

“misafirim ol” da diyecekti. Diyemedi.

O iki kelimeyi de söylemeye ömrü yetmedi. Duyulan patlama sesiyle birlikte ikisi de soluksuz kalmıştı.

 

Gidiyordu.

Zaten gitmişti ama gidiyordu.

 

“Bu kez düğününe gidiyordu. Askerliği bitmişti, sevdiği kızla evleniyordu bugün. Çavuşu da gelmişti. Halay tutuyorlardı”

 

Yüzündeki tebessüm onu anlatıyordu.

 

Anasının önüne konduğunda, yüzüne baktığında o tebessümden bunu anlamıştı anası.

 

Kimse aldanmasın öyle feryat figan “yavruuum  ben öleydim” diye ağlamasına.

 

O ananın durumu da aynıydı çünkü;

 

Şehitler nasıl ölmüyorsa

Vatan nasıl bölünmüyorsa

O da öyle ağlamıyordu….

 

X

 

Mükafatını da geciktirmedi devlet baba. Hemen o ölmeyen şehidimizin ismini doğup büyüdüğü sokağa verdi. Artık şehidimiz ölmemişti.

Ailesine de şehit ailelerine yapılan yardımlardan yapıyordu ki analar ağlamasın.

Artık analar da ağlamıyordu.

E gözleri açıkken vatanı da böldürmezlerdi. O dağda askerimize kurşun sıkanlar zaten bölücü değillerdi.

Çok yapıcılardı. Orada bişeyler yapmak istiyorlardı.

Vatan bölmüyorlardı.

 

X

 

Fakat bu analar sadece kendi çocuklarının isimlerinin sokaklara, meydanlara, caddelere, parklara verilmesinden rahatsızdı. Çünkü yemek yapsa komşusuna ikram etmeden rahat edemeyen bir vatanın evladıydı bu analar.

 

Siyasi yönetim süreçleri dolduktan sonra, kimse bu devlet büyüklerimizin ve çocuklarının varlığından haberdar olamıyorlardı. Unutulup gidiyordu onlar ve çocukları da. İçlerine sinmiyordu tek kendi çocuklarının isimlerinin böyle yerlere verilmesi. Onların çocuklarının da böyle yaşatılmasını istiyorlardı.

 

Şu aziz mübarek ramazan ayında hepsi elini açmış Allah’a dua ediyor.

“Yarabbim !

Şu bakanlarımızın, vekillerimizin, devlet büyüklerimizin çocuklarının da isimlerinin parklara sokaklara meydanlara verilmesini nasip et.

Onlarda ölmesin hep yaşasın! Amin”