Büyük felaketin üzerinden tam 1000 gün geçti. Modern şehircilik anlayışında bin gün; bir kentin ayağa kalkması, yaralarının sarılması ve geleceğe umutla bakabilmesi için azımsanmayacak bir süredir. Ancak deprem bölgesinde zaman, sanki enkazın altında kalmış gibi… Takvimler ilerliyor, ama hayat yerinde sayıyor.
Uzaktan bakıldığında bölge; “tamamlanan konut sayıları”, “başlatılan ihaleler” ve istatistik tablolarıyla okunuyor. Oysa sahaya inildiğinde, tozlu sokaklar ve yarım kalmış hayatlar gerçeği tüm çıplaklığıyla yüzümüze çarpıyor. Bir zamanlar doğasıyla, havasıyla, suyuyla anılan kadim şehirler; bugün her sabah hayatta kalma mücadelesinin yeniden başladığı alanlara dönüşmüş durumda.
Deprem bölgesinde bugün yaşanan en temel sorun, insani yaşam standartlarının asgari seviyenin dahi altına düşmüş olmasıdır. İnsanlar yalnızca evlerini kaybetmedi; temiz havayı, güvenli içme suyunu ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını da yitirdi. Dinmeyen toz bulutları ve bitmek bilmeyen moloz kaldırma çalışmaları, bölge halkını kronik solunum yolu hastalıklarıyla baş başa bırakıyor.
Yaşanan aksaklıklar ise, depremin üzerinden yıllar geçmesine rağmen “acil durum” hâlinin fiilen sona ermediğini açıkça gösteriyor. Ancak en derin yıkım, betonun ve demirin ötesinde yaşanıyor. Bölgedeki en büyük kırılma noktası, halk ile yetkililer arasındaki güven bağının zedelenmiş olmasıdır.
Siyasetçilerin sahada görünmesi, halkın sorunlarının çözüldüğü anlamına gelmiyor. Aksine; yaşanan sıkıntıların görülmemesi ya da görmezden gelinmesi, insanlarda derin bir terk edilmişlik duygusu yaratıyor. “Ne sesimizi duyan var ne de halimizi gören” düşüncesi, toplumun içine kök salarak umudu kemiriyor.
Şehirlerin dinamosu olan genç nüfus, işsizlik kıskacında bu kentleri terk etmek zorunda kalıyor. Geriye kalanlar ise işsizliğin yarattığı ekonomik dar boğaz ile depremin bıraktığı ağır psikolojik travma arasında sıkışmış durumda. Kentlerde hızla artan boşanma oranları ve ne yazık ki yükselişe geçen yaşamına son verme vakaları, toplumun psikolojik dayanma sınırının çoktan aşıldığını gösteren acı göstergelerdir.
Tam da bu noktada, en fazla ihtiyaç duyulan alan olan ruh sağlığı hizmetlerinde ciddi bir yetersizlik göze çarpıyor. Toplum Ruh Sağlığı Merkezlerinin ve hastanelerin kapasitesinin ihtiyacı karşılayamaması, sosyal devlet anlayışının deprem bölgesinde en hayati yerde eksik kaldığını ortaya koyuyor.
Depremin 1000. gününde bölge; yalnızca betona, demire ve duvarlara değil; insana dokunan, ruhsal yaraları saran, ekonomik umudu yeniden yeşerten bütüncül bir iyileştirme planına muhtaçtır. Çünkü şehirler yalnızca binalarla inşa edilmez. Bir kenti yaşatan; ruh sağlığı yerinde, geleceğe umutla bakabilen insanlarıdır.
Eğer bugün bu sessiz çığlık duyulmazsa, yarın yükselen binaların içinde yaşayacak bir toplum bulamayabiliriz. Enkaz kaldırılabilir; ama umut kaybolursa, geriye onarılması çok daha zor bir yıkım kalır. Şehirler birkaç kelimeyle geçiştirilecek, tek cümleye sığdırılacak yerleşimler değildir. Her şehrin kendine özgü bir ruhu, bir karakteri vardır. Şehirler canlıdır; yaşar, yaralanır, iyileşir… Ama tüm bunlar, ancak farkında olabilenler için anlam kazanır.