TAZİYE İLE MAZİYE
Geçtiğimiz haftanın içinde amcamı kaybettik.
Şu kısa yaşamımda ölüsüz ölü evini yaşattı bize. 13 gün hastanede fişte takılı yaşaması aslında ilk günden yitirdiğimiz umutlarımızda kendimizi avuttuğumuz bir “belki” idi.
Fakat o belki olmadı ve aramızdan ayrıldı.
*
13 günlük yoğun bakımda kalma süresince evi her gün cenaze evi edalıdaydı.
Evden ölü çıkmamıştı henüz ama, ev ölü eviydi.
*
Sabah henüz ziyarete kimse gelmemiş, biz bize otururken orda bir kitap dikkatimi çekti.
“Vadideki Zambak”
Balzac’ın unutulmaz dünya klasiği olan bu eserini okuyalım çok olmuştu. Ama gene gözden geçireyim bir dedim.
*
“Çocukluğumuzda aldığımız 3 Frank harçlık, ancak kalem uçlarına, silgiye ve bir iki gereksinimimize yetiyordu”
Bu cümleyi okuyunca, kitabın yazılım tarihine tekrar baktım, 1836 idi.
1836 yılı Fransa’sında kalem ucu kullanılması kafamı karıştırdı.
Benim 1982-83 gibi ilkokulun 3. Sınıfında tanıştığım ve o dönem oldukça pahalı olan, ancak zengin çocuklarında görebildiğimiz uçlu kalemlerin 1836 yılında Fransa’da kullanıldığını düşünmüştüm o an.
*
Büyük amcama sordum hemen, Sizin zamanınızda var mıydı dedim. O da ortaokul yıllarında gördüğünü ve fiyatının uçuk olduğunu söyledi. Peki Türkiye bu kadar mı geriden gidiyor dedim. 1836 Fransa’sında kullanılan kalem ucunun Türkiye’de 1955 gibi görülmesi aradaki teknoloji farkını biraz gözümüze soktu.
*
Bazı alanlarda 1, bazı alanlarda 1.5 asır Avrupa’yı geriden takip etmek.
Biraz acı geldi bana.
Sonra onun hokka ile divit kullanılırken takılan uç olduğunu anladık.
*
İlk ve ortaokul yıllarımızda hokka-divitle el yazıları yazardık. Tabi daha evvelleri de varmış bunun.
Kamışın ucunu sivriltip mürekkebe bandırıp yazarlarmış daha öncesinde. Sonra mırh denen mürekkep kumu varmış. Yazı yazıldıktan sonra kum yazının üzerine serpilip mürekkebin kuruması sağlanırmış. Kağıt bir güzel silkilirmiş ve yazı hazır hale getirilirmiş. Tabi görmedik biz bunları. Büyüklerimiz görüp yaşadı.
*
Bir de daha farklı bir gerçekten laf açıldı sohbetlerde. Hayretle dinlemekten başka çaremiz ne yazık ki yoktu.
*
Evvelden cenaze olduğunda; ölüler evde yıkanırmış.
Camilerde ölü tasları olurmuş, bir de su kaynatmaya kazan. Teneşir tahtası ve tabutlarda camilerde bulunurmuş.
Cenaze olduğu vakit;
Evlerin önüne önce ateş yakılıp büyük kazanla su kaynatılırmış. Teneşir tahtası evin önüne getirilirmiş. İçeri müsaitse içerde, yoksa dışarıda ölü teneşire yatırılıp yıkanırmış.
*
Ölüyü yıkamak için adam tutulurmuş. Parası ile yıkayıp gidermiş.
Tabi o zamanlarda araba falan bulmak da mesele. Kefenlenip tabuta yerleştirildikten sonra,
Tabut omza atılıp doğru musalla taşına götürülürmüş. O zaman Gaziantep’inde iki yerde musalla taşı varmış. Hangisi yakınsa ona yatırılıp namazı kılındıktan sonra mezarlığın yolu tutulurmuş.
Tabi tabut yolda taşınırken, kim görürse “Peygambere Salavat” diyen tabutun altına girermiş.
Bir yerden bir yere kadar bu şekilde gidermiş.
*
Zaman hızlandı ve her şey değişti.
*
Tabi Gaziantep’te bu değişimlere ilk imza atanlardan biri 12 Eylül Askeri Darbesi ile Belediye Başkanı olan Albay Ahmet Turan Ertuğ olmuş.
*
Gaziantep Asri Mezarlığına ölü yıkama ve kefenleme yeri ile musalla taşı yaptırarak insanların bu zor ve acılı durumlarındaki yüklerinin hafiflemesine sebep olmuş.
*
Cenazeler başlı başına bir tarihi eğitim gibi.
Ölen kişinin yaşadıkları gelir göz önüne, onunla ilgili anıları olanlar anlatır.
Büyükler eskilerden bahseder.
Herkes bilgisini tazeler, yeni şeyler öğrenir bilenlerden.
Dualar zikirler inananları için cabası tabii ki.
*
Kültürel de bir eğitimdir.
Cenaze sahiplerinin yanında olmak, misafirlere ikramlarda bulunmak, (çay, yemek vs. gibi)
Yardımlaşmaları hızlandırır ve anlamlandırır.
*
Buradan;
Bizleri yalnız bırakmayan tüm eş ve dostlara tekrar teşekkürlerimi iletiyorum