Heyemola Yayınlarından bir kitap çıktı. Adı Annem Babam Malatya. Yazarı Necati Güngör. Yakından tandığım, sevdiğim bir yazar Necati Güngör.
Kitabı okumaya başladım. Başlamaz olaydım. İşi gücü unuttum. Varsa yoksa Güngör’ün Malatya’sı. Bütün benliğimi sardı. Bu kadar güzel bir anlatı olur muymuş?
İstanbul’da bir arkadaşım vardı. Şiir yazardı. Güzel bir şiirle karşılaşınca ağlamaya başlardı. “Neden ben bu kadar güzel şiirler yazamıyorum?” diye.
Ben de ağlamaklı oluyorum Necati’nin Malatya’sını okurken. Ama hayır, umutsuzluk dergahından değilim ben.
ISSIZ ADAYA GÖTÜRÜRÜM SENİ!
Kitabın ortalarına geldiğimde bir korkudur sardı yüreğimi. Ya biterse…
Öyleyse hızlı okumamalıyım. Yavaş yavaş, içime sindire sindire okumalıyım. Öyle yapıyorum ama 262 sayfa dediğin ne ki, ömür bitmezdi bitmeseydi. O da bitecek..
Ne yapsam ki? Bitirdikten bir süre sonra yeniden mi başlasam aynı kitabı okumaya?
Hani sorarlar ya:
“Issız Adaya giderken yanınızda götüreceğiniz üç şey ne olurdu?” diye. Ben duraksamadan üç şeyden birinin “Annem Babam Malatya” olduğunu söylerdim.
Dönüp dönüp okudukça, büyük keyifler alınabilen bir kitap bu.
Sizi, kitabı okumaya özendirmek için bölümler mi versem acaba? Ama hangi bölümünü vermekten vazgeçeyim.
Yüz köşe yazısı yazsam, bu köşelerime sığmaz alıntılayacağım bölümler. Hem böyle yaparsam o zaman okumanızın keyfini de kaçırmış olurum, değil mi?
O zaman kısa kısa anekdotlar vermekle yetinmeliyim. Aıntı anekdotlarımla sürdüreceğim yazımı.
BİZİM DE BİR ZERDALILIĞIMIZ VARDI
Gaziantep’imizin ünlü bitkisi nasıl ki Fıstıksa, Malatya’nınki de Kayısı. Kayısı akıllı ağaçmış meğer. Kışın göçüp gittiğini insanlardan iyi anlarmış. Bunu da Necati dostumuzdan öğreniyorum:
“Karlar eriyip kalkmadan kayısı ağaçlarının altına kar gömmek gerekir. Karın soğuğunu gövdesinde hisseden ağaç henüz kışın geçmediğini, bu yüzden çiçek açmaması gerektiğini anlar. Çiçek açmayı havalar gerçekten ısınıncaya dek bekler.”
Biz kayısıyı tanımadan önce zerdaliyi tanımışızdır. Zerdali kayısı milletinin garibi gurebasıdır. O kayısı kadar şirin olamaz. Çekirdeği de acıdır.
Zerdali her yerde yetişir de, kayısı yetişmez. Örneğin bizim Gaziantep’imizde de yaygındı bir zamanlar zerdalicilik. Hatta Gaziantep Lisesinin ardındaki bir zaman boş olan yerin adı Zerdalılık” diye anılırdı.
Nedense hiç zerdali görememiştim burada. Biz haytalar, top oynama yeri olarak değerlendirirdik orayı.
DALINDAN ALTIN SARKAN AĞAÇ
Antep Harbinde milleti açlıktan kurtaran da bu zerdalinin acı çekirdeği değil midir? Un bulamayıp ekmek yapamayan analarımız yaratıcılığını değerlendirir. Önceki yıllarda yenilip biriktirilmiş zerdali çekirdeklerini kırarlar.
Onları suya ıslayıp acısını gidirer, sonra kurutup una dönüştürür, ekmek yaparlar.
Zamanında zerdali çekirdeğinin besin olarak kullanılması akla bile gelmemiştir. Kırılır, kabuğu yakıt olarak kullanılırmış. O nedenle biriktirirlermiş.
İyi ki de biriktirmişler. Sonunda şanlı bir direnişe katkısı olmuş güzelim zerdali çekirdeklerinin.
Zerdalinin adı neden zerdalidir hiç düşündünüz mü? “Zer” altın demektir. “Dali” de ağacın dalı mı acaba? Dalından altın sarkan ağaç demek mi dersiniz zerdali?
ZERDALİ PEŞİNDE
Zerdalinin zadegânından olan Kayısının çekirdeği acı olmaz. O yüzden “İçi-dışı Tatlı” da derler ona.
Şu günler tam İçi dışı tatlı zamanı. Manavlarda kasa kasa sıralanmış Kayısılar. “Al beni, ye beni!” diye davetiye çıkartıyorlar insanlara.
Benim tercihim yine de zerdaliden yana. Manavın birinde rastlantı sonucu bir kasa zerdali görsem, mal bulmuş mağribi gibi saldırasım geliyor.
Akıl diyor ki, kalk Necati Güngör’un Anası Babası Malatya'sına git. Orada yeterinde kaysı da vardır elbet. Doyasıya ye ye da geri dön.
Bütün zerdalileri aşılayıp kaysıya dönüştürmedi ya bu Malatyalılar.