SEÇMEN SANDIKTAN ÇEKİLDİ Mİ?

25 Haziran sabahı, Türkiye bir kez daha adaletle siyaset arasındaki tehlikeli sınırda uyandı. İstanbul Büyükşehir ve İlçelerinden başlayan, Antalya, Adana, Adıyaman gibi büyükşehir belediyelerinde görev yapan seçilmiş 12 Belediye Başkanları ile Ayrıca yüzlerce yöneticiler, sabah saatlerinde evlerinden alınarak gözaltına götürüldü. Soruşturmaların içeriği bir yana, şekli ve zamanlaması, toplumda büyük bir kaygı yarattı.

Bu durum, yalnızca birkaç belediye başkanını değil; milyonlarca seçmeni ve demokratik temsilin temelini doğrudan ilgilendiren bir krizdir. Çünkü bugün gözaltına alınan bir yönetici değil, onun arkasındaki halk iradesidir.

TARİH TEKERRÜR MÜ EDİYOR?

Türkiye, geçmişte de seçimle gelenlerin hukuki gerekçelerle değil, siyasi hesaplarla görevden alındığı pek çok döneme tanıklık etti. 1960 darbesinden sonra başbakan ve bakanların yargılandığı mahkemeler, 28 Şubat sürecinde oluşturulan brifingli yargı yapıları ve Ergenekon-Balyoz süreçleri; siyasallaşmış yargının nelere yol açabileceğini gösterdi.

Bugün yaşanan gelişmeler, bu tarihsel örnekleri akıllara getiriyor. Seçilmiş yöneticiler hakkında yürütülen işlemler, şeffaf, adil ve tarafsız yargı ilkeleriyle değil, adeta “görevden alma” mühendisliğiyle yürütülüyorsa; bu, sadece bir hukuk sorunu değil, rejim sorunu halini alır.

OLUMLU YANLAR: HUKUKTA ŞEFFAFLIK ARAYIŞI

Bu tür krizlerin olumlu tarafı, toplumsal reflekslerin harekete geçmesidir. İnsanlar artık yalnızca ne söylendiğine değil, nasıl yapıldığına da dikkat ediyor. Hukukun keyfilikten uzak olması gerektiği konusunda toplum daha bilinçli. Sessizlikten gelen tepkiler, dijital ve sokak mecralarında hukuk devleti talebiyle yankılanıyor.
Ayrıca, bu gibi baskı süreçlerinde alternatif medya, sivil toplum ve bireyler, hakikat arayışını sürdürerek toplumsal belleği güçlendiriyor. Bu da uzun vadede demokratik kültürün direncini artırıyor.

OLUMSUZ YANLAR: GÜVEN KAYBI VE KUTUPLAŞMA

Ancak bir ülkede, yargı siyasetin gölgesine girerse, artık mahkeme kararları değil, söylentiler konuşulur. Belediye başkanları, seçmen gözünde değil; savcı gözünde değer kazanır hale gelirse, demokrasi bir vitrin olmaktan öteye geçemez.

Bunun doğuracağı en büyük tehlike ise toplumsal meşruiyet krizidir. Seçmen, sandığa güvenini kaybederse, ülkenin huzur içinde yönetilmesi imkânsız hale gelir. Bu yalnızca bir partinin değil, tüm siyasi yapının ve ülkenin itibar kaybıdır.

SONUÇ: HUKUKUN ÖNÜNDE, PARTİLER EŞİTTİR

Bu ülkede hangi partiden olursa olsun, seçilmiş bir yöneticiye yöneltilen her suçlama, açık, net ve kamuoyunun vicdanında tartışılabilir olmalıdır. Gizli tanıklarla, sabaha karşı operasyonlarla, medya yönlendirmeleriyle yapılan her işlem, yargının değil, siyasetin kararı gibi algılanır.

Ve unutulmamalıdır: Adalet terazisi, bir tarafı daha ağır bastığında değil; her tarafı eşit gördüğünde adil olur. Aksi takdirde, demokrasi yalnızca sandık günü yaşanan bir illüzyona dönüşür.

OKUYUCUYA SORULAR

Seçimle gelmiş bir yöneticinin görevden alınması sizce hangi durumlarda meşru kabul edilebilir?
Bir belediye başkanının sabaha karşı gözaltına alınması, sizce adaletimi gösterir, yoksa güç gösterisi mi?
Yargının bağımsızlığı ile siyasi iktidarın etkisi arasındaki denge nasıl korunabilir?
Seçmenin, kendi iradesiyle seçtiği temsilcinin görevine devam edememesi, sizce halk egemenliğini nasıl etkiler?