Günümüz insanının en derin yarası bir yere ait olamamak. Ne bir işe, ne bir ideale, ne bir sevgiliye, ne de kendisine. Bu yüzden karavan ilişkiler dolaşıyor etrafta; bir gün biriyle, ertesi gün bir başkasıyla. Samimiyetsiz sohbetler, yüzeysel hayatlar, içi boş bağlılıklar…
Aslında bütün bu dağınıklığın kökünde aynı eksiklik yaratıyor: aidiyet. Ait olmayan insan, neyi seçerse seçsin, doyumsuz kalıyor. Kalbinde biri varken bile başka fantezilerin peşinden koşuyor. Elindekini gizleyerek, bir başkasının hakkını çiğneyerek, aslında kendi iç dünyasında büyüttüğü boşluğu doldurmaya çalışıyor. Fakat unutuyor: yanlış yerden alınan hiçbir nefes, insana hayat vermez.
Bunun adı akıl tutulması. Bunun adı yozlaşma. Bunun adı yoldan sapma. Çünkü bir başkasının dünyasına girmek, onun güvenini ve sevgisini tahrip etmek yalnızca ona değil, insana kendi vicdanına da ağır bir vebal yükler.
Gerçek şu ki: hepimizin içimizde çocukluktan kalma acılar var. Annemizden, babamızdan, hayatımıza giren çıkanlardan… Kimimiz bu acılarla kötüleşiyor, kimimiz onlarla iyileşmeye çalışıyor. Ama ait olma yolculuğu, bu acıları başka insanların kalbinde tüketerek değil, kendi ellerimizle şifa bulacak bir dünya kurarak başlıyor.
İnsanın en büyük görevi, kendisini gerçekten ait hissettiren yere cesaretle gitmesi. Çünkü aidiyet, birilerini kaybetme pahasına bile olsa, başkasını kandırmadan, gizlemeden, yamultmadan yaşanmalı.
Ve çağın bütün gürültüsüne rağmen, geriye tek hakikat kalıyor: İnsan ya ait olur ya da kaybolur.
‘’Dilerim herkes ait olacağı yeri bulur; çünkü hiçbir yolculuk, insanın kendini bulduğu yere varmaktan daha değerli değildir.’’