Bütün dayılarımı severdim. Hiç biri hayatta değil artık ne yazık ki.
Yaz aylarında annem bizi köye götürürdü. Sarıt’a… Anne tarafımız o köyde yaşar. Beş-altılı yaşarımda dayılarımın, teyzelerimin sevgi selinde boğulurdum mutluluktan.
Fayık dayım ilk öğretmenim olmuştu.
Toyfuk dayım bana tilkili masallar anlatırdı.
***
Şafık dayım beni omzuna oturtur, bağ-bahçe gezdirirdi. Sevdiğim incirleri elimle kopartıp yememi sağlardı.
Sevmediğim domatesi de ilk o sevdirmişti bana. Bostanı suluyordu. Küçük bir domates kopartmış. Domates sevmediğimi biliyor ya:
“Erik yer misin yeğenim, diye kandırmıştı beni.
“Yerim” demiştim. Vermişti. Ne bileyim onun domates olduğunu. Kocaman bir ısırıkla hakkından gelmiştim erik sandığım şeyin. Küçücük bir domates olduğunu anladığımda ise iş işten geçmişti.
Aaa!.. Hiç de kötü değil miymiş domatesin tadı ne?
***
Muzaffer dayım atının terkisine alıp gezdirirdi beni.
O yaz nedense onun peşine takılmıştım. O nereye giderse ben de oraya giderdim. Kendisi de bana alışmıştı. Peşinden gelmesem uyarırdı beni.
“Neredesin yeğenim!”
O gün fena acıkmıştık. Eve kendimizi dar attık. Dayım kümesin içine saldı beni. Yumurtaları toplamak için... Beş yumurtayla çıktım kümesten. Memnunduk.
“İkimize de yeter bu,” dedi dayım.
Avludaki ocağın külünü deşti. İçerden getirdiği tavayı ateşe koydu. Tavaya yeterince tereyağı da eklemişti.
Biraz sonra mis gibi tereyağı kokan yumurtamız “Gelin beni yiyin!” diyordu.
Eve girdik. Dayım sofrayı serdi. Ekmek küleğinden üç beş tane bazlama çıkardı. Tam yiyeceğiz, bir öksürük sesi duyduk.
Mehmet Dedemdi. Karanlık odanın bir köşesindeydi. Yatağında doğrulmuş bize bakıyordu. Şimdi buyur etmesen olmaz.
“Buyur baba…” dedi dayım yarım ağızla.
“Eh, buyurayım bari,” dedi dedem. Kalkıp yanımıza geldi. Bazlamalardan birini aldı. Bir kartalın pençe vuruşu gibi ekmeği tavaya daldırdı. Ekmeğin içine dolan yumurtaları afiyetle yemeye başladı. Dedem yumurtaların hepsini bir defada haklamıştı.
Dayım acıklı acıklı:
“Vur dedikse öldür demedik baba!” dedi. “Şimdi biz ne yiyeceğiz?”
Dedem keyifli keyifli gülüyordu. Köyümüzün, böyle şakalar yapmayı seven tek cami Hocasıydı o. Ama ne Hoca!
Dayım askerden eğitmenlik diplomasıyla geldiğinde, caminin yarısını bölüp okul yapmıştı.
***
Yumurtalar elden gidince Dayım iç çekerek bana döndü:
“Gene kaldık pekmezle ayrana yeğen,” dedi.
Onun her gün yemekten bıktığı katı üzüm pekmeziyle ayran, bana baklavayla kaymak gibi gelirdi.
Şimdi soframızda kocaman bir sahan pekmezle koca bir tas ayran vardı.
Tasın içinde de iki tane ayran kaşığı.
Yukarıdakilerin hepsini, sözü ayran kaşığına getirmek için anlatıp durdum. O zamanlar içi çeyrek bardak sıvı alacak derinlikte ayran kaşıkları vardı.
Bardak yaygınlaşalı beri ortadan yok oldu o ayran kaşıkları. Şimdi bir tanesini bir yerde bulsam alıp duvarıma tablo niyetine asarım.
Dayım bu kez sofraya çağırmadı dedemi. Çünkü biliyordu ki, dedem ayran kaşığı kullanmazdı. Tası kafaya diker, içindekileri de bir defada “luk luk “yutardı.
Hocalık geleneğidir bu. “Hep bana, hep bana”lı yiyip içmek onların işi.
***
Sahi, sizin görmüşlüğünüz var mı o kaşıkları?
Ya da geçmiş zaman sofralarından eksik olmayan böyle bir ayran kaşığıyla hiç ayran içtiniz mi?