Bazı insanlar hayatımızdan çekilir, ama biz onlardan çekilemeyiz. Gölgesi gider, sesi susar, eli dokunmaz olur… ama içinde bir yer, hala onun adını fısıldamaya devam eder. İşte aidiyetin tarifi budur belki de: Seninle değilken bile, sana ait gibi hissetmek.

Hem de kimse görmezken, kimse bilmezken.

Bu bir gönüllü teslimiyet değil, içten içe büyüyen bir kökleniştir. Bir yere değil, birine tutunmaktır.

Bazen kimliğini onun bakışında bulmuşsundur, artık kendine bile onun gözünden bakarsın. Biri gider ama sen hala onun yanında gibi yaşarsın… Kahveni onun sevdiği gibi içersin, onun sevmediği yerden geçerken içinden özür dilersin. Adını andığında sesin titrer ama başkaları bu titremeyi yorgunluk sanır. Bilmezler, senin içinde hala bir ‘’biz’’ yaşar.

Görmeyen, bilmeyen, anlamayan ondadır belki. Ama hissetmeye devam eden sensindir. Ait olmak böyle bir şeydir işte…

Bazen bir adamın gömleğine değil, duruşuna asılı kalırsın. Parfümünü değil sakalının kokusunu ezberlersin. Bazen onun yanında değilken bile, o varmış gibi davranırsın. Çünkü sana en çok o benzemiştir.

Seninle değilken bile sana ait olmak, bir cesaret değil; bir kalp yarığıdır. Bir parçasını onda bırakmışsındır. Geri almazsın. Almak istemezsin. Çünkü o parçayla tamam hissedersin kendini.

Ve belki de en acıklısı şu: Ben hala sende kalmaya devam ederken, sen çoktan gitmiş oluyorsun. Ben içimdeki her yankıda seni biraz daha büyütürken, sen kendi sessizliğine sığınıyorsun. Ama olsun…

Ben seni hep içimde taşımaya razıyım. Kalbim hala seninle aynı ritimle çarpıyor.

Gözlerim yokluğunu sevecek kadar ezberlemiş seni. Seninle değilken bile sana ait olmak.

Bu bir eksiklik değil, aşkın en çıplak, en içten hali. Kalbinin bir yerinde, onun için hiç dağılmayan bir masa hep kurulu kalır. Ve işte orada, her seferinde yeniden onu beklersin.

‘’Yokluğunda bile seni sevmek, varlığından daha gerçek’’ Özdemir Asaf.