Erkek çocukları bilmem ama kız çocuklarının ilk aşklarının babaları olduğunu söylerler. Sakın ensest bazında algılamayın bunu. Temiz hislerle, sevgiden de öte bağlanırlarmış küçük kızlar babalarına. Babalarının huyunda, suyunda eşleri olsun isterlermiş hep.

Benim ilk aşkım 13-14 yaşında bir ortaokul öğrencisiydi. O yıllarda ben de pek daha fazla yaşlı değildim kendisinden.

Bir arkadaşımı görmek için gittiğim dershanede görmüştüm onu. Görür görmez de vurulmuştum. Öyle tatlı bir gülüşü, öyle hoş sekerek yürüyüşü, öyle sevimli bir hali vardı ki, cebinize koyasınız gelirdi kendisini.

Cebime koyamadım küçük sevgilimi ama alıp canımın içine sokmadım, dersem yalan olur. Uzun yıllarca da canımın içinde kaldı.

Sık sık anımsarı, tahlil etmeye çalışırım bu ilk aşkımı. Gerçek bir aşk mıydı benimki? Yoksa elde edemediğime ulaşmak için giriştiğim umutsuz bir çaba mıydı?

Fazla bir isteğim yoktu ondan. Kendisine daha yakınında bulunmak istiyordum. Onun nefes aldığı sınıfta olmak istiyordum. Sesini duymak, bakışlarıyla karşılaşmak istiyorum.

Bakışlarımız bir kez buluşmuştu da, yüreğimin yağı erimişti. Kalbim duracak sanmıştım.

***

O, kız okuluna gidiyordu. Bu nedenle aynı okulda okuyamazdım ama dershanede aynı sınıfta olabilirdim. Ben de onun devam ettiği dershaneye yazılmak istedim. Ne var ki sınıf doluydu. Yeni bir öğrenci almaları olanaksızdı.

Dokunsanız ağlayacak gibiydim. Bu halimi görse belki bana acır, kaydımı yapardı dershane görevlisi. Ama ne halime baktı, ne de bana acıdı. Kuyruğumu kıstırıp gittim.

Bir gün bir fotoğrafı geçti elime ilk sevgilimin. Bir çay partisinde oryantal yapar gibi dans ediyordu. Sanki “biri alnıma para yapıştırsın,” der gibi eğilmişti. Neşe doluydu. Çok mutlu görünüyordu. Bu fotoğraf daha da sevdirmişti onu bana.

Keşke bu mutlu kız benim olsaydı. Onu ömrüm boyunca sırtımda taşırdım. Şımarıklıklarına, kaprislerine boyun eğerdim. Bir isteğini ikilettirmezdim. Elini sıcak sudan soğuk suya dokundurtmazdım.

Yok canım, yanlış anlamayın. “Bulaşıkları sıcak suda yıkattırırdım,” demek istemedim. Bulaşıkları ona yıkattırmazdım ki zaten. Ben yıkardım. Yemekleri de ben yapardım…

O, evimizin içinde koltuğuna kraliçeler gibi kurulsun, sadece bana buyruklar yağdırsındı. “Gag” dediğinde eti, “gug” dediğinde su ulaştırırdım.

***

Dershanede yakınında olamayınca bu kez geceler boyunca kapısının önünden geçtim. Onun sokağından geçerken, sanki kokusu burnuma dolardı. Mutlu olurdum.

Sevgilimin bir çok yakınını ben de yakından tanıyordum. Ağabeysi öğretmenimdi. Ona yaranmak için ne dalkavukluklar etmedim ki… O da beni severdi. Kız kardeşine aşık olduğumu anlar diye ödüm kopardı.

Büyük kuzeni babamın arkadaşıydı. Bir yakınıyla konuşuyor olmak için sık sık onun radyocu dükkânına giderdim. Radyocu abi, kendisine olan sevgimin artışına anlam veremezdi ama yine de karşılık vermekten kendini alamazdı bu sevgime. Derdimi ona söylesem, kim bilir, belki de…

 Terzi bir Akrabaları vardı. Çocukluğumda ona çıraklık etmiştim. Kaç kez aşkımı ona itiraf etmeyi kurguladım. Bunu yapabilseydim, güzel kalfacığım gereken yardımı benden esirgemezdi.

Sayısız şiirler yazmıştım ona. Bir tekini bile hiçbir zaman okuyamayacağı şiirler… Her şiirimde aşkımı ilan ediyordum kendisine.

Şiirlerimi bastırdım sonra. “Ben seni Çok Seviyorum” koydum adını.  Bu kez yüreklilik gösterdim. Bir gece yarısı, kitabı evlerinin dış kapısının altından içeriye attım.

Kitabım eline geçti mi, geçmedi mi bilmiyorum. Geçmişse bile şiirlerin kendisine yazıldığını anlamış mıydı anlamamış mıydı; bunu da bilemedim.

Orta okulu bitirince Öğretmen Okuluna başladı. O okulu bitirinceye dek sürdü, canım sağken kimseye duyurmayacağım, karşılıksız aşkım.

Okuldayken onun bir “can arkadaşı” vardı. İki kız gülüşerek okula gidip gelirken, benim peşlerinde olduğumun ayırımına bile varmazlardı. O can arkadaş okulunu bitirir bitirmez evlendi. İşe bakın, evlendiği delikanlı benim yakın arkadaşımdı. Yüreklilik gösterip ona bile açılamadım.

Aşk bu zahir. Sevdiğine ulaşamayıp kendine acı çektirmek…

***

Derken bir başka kızla tanıştım. O beni sevdi, ben de onu sevdim. Vefasızlık etmiştim. İlk aşkımı çabucak unutmuştum. İlk yılları mutluluk içinde geçen evliliğim eşimi de beni de düş kırıklığına uğratmıştı. Ayrılmıştık.

“Acı acıya, su sancıya” derler. Ayrılığın acısını yine ilk sevgilimin acısı yatıştırmıştı.

Bir şiiri var Behçet Necatigilin:
“GİZLİ SEVDA

Hani bir sevgilin vardı

Yedi-sekiz sene önce

Dün yolda rastladım

Sevindi beni görünce

…….

Mesutmuş, kocasını seviyormuş

Kendilerininmiş evleri

Bir suçlu gibi ezik

Sana selam söyledi.”

Benim “Gizli Sevda”ma yolda rastlayan arkadaşım olmadı. Bir suçlu gibi ezik bana selam da yollamadı o zaman, elbette o da.

Öteden izledim hep yaşamını. Kendisi gibi bir öğretmenle evlenmiş. Mutlu olabildi mi, bilmiyorum o öğretmenle. Keşke olabilseydi. Sonra “eşini yitirmiş” dediler. Onun adına üzüldüm.

Artık yürekliydim. Bu kez olsun açılabilirdim kendisine. Aradım, hiç bir adreste yoktu.