Bazen insan öyle bir noktaya gelir ki, ne ileri adım atabilir ne de geri dönebilir.

Ne gittiği yol tanıdıktır, ne de ardında bıraktığı. Sanki hayat bir çizgiye indirgenmiş gibidir. Ne Kalındır o çizgi ne de silik… Ama tehlikeli bir hassasiyeti vardır: Bir adım ötesi yokluk, bir adım berisi boğulmak gibi.

Son zamanlarda ben bu çizginin üstünde yürüyorum. Her şeyin ucundayım. Ne tam içindeyim hayatın ne de büsbütün dışında. Bir yanım hala mücadele ediyor gibi, öbür yanımsa çoktan vazgeçmiş. İçimde bir sessizlik var, daha önce hiç tanımadığım cinsten. Kalabalıkların içinde bile kulağımda uğuldayan bir boşluk, gözlerimin ardında yankılanan bir yalnızlık…

En garibi şu: Kendime bile ulaşamıyorum artık. Ellerimle dokunamıyorum içimdeki çocuğa, sorsam sesimi duymuyor. Ne zaman bu kadar yabancılaştık? Ne zaman benliğimin kapılarını kilitleyip anahtarını uzağa fırlattım?

Kendini kaybetmek büyük bir sessizliktir. İnsan gürültülü hayatların içinde kaybolduğunu sanır ama hayır. Asıl kaybolmak, herkes susarken bile içinde bir çığlık duymamaktır. Ve işin kötüsü, artık o çığlığı susturmak da mümkün değildir. Çünkü duymuyorsundur bile.

Bir duvar gibi dikiliyor bazen kendimle aramdaki mesafe. Ne kadar yaklaşsam, bir o kadar geri çekiliyor. Ne zaman anlamaya kalksam, daha da yabancılaşıyorum. Kendimi kendime tarif edemez oldum. ‘’ Ben kimim?’’ sorusu artık felsefi değil; tamamen varoluşsal.

Belki bu yazı da kendime atılmış bir mektuptur. Belki bir gün, yine bir köşe başında tesadüfen karşılaşırım kendimle. Göz göze geliriz, utanarak sarılırız. ‘’Neredeydin?’’ derim. ‘’Sensizdim,’’ der.

O zamana kadar, bu ince çizginin üstünde yürümeye devam edeceğim. Düşmeden, uçmadan, sadece dengeyi arayarak… Belki de kendimi yeniden bulmanın yolu, o çizgiden geçiyor.

‘’İnsan bazen kendine bile yabancı olur, ama ne tuhaf, yine de en çok kendinde kalır.’’