Hiç şüphesiz bizim hakkımızda hükmolunan takdiri ilahiden kaçışımız yoktur. Her ne yaparsak yapalım eğer Allah öyle dilemiş ise;  razı gelmekten ve bize layık görülene boyun eğmekten başka yolumuz olamaz. Kim demiş; hakiki  padişahın yolladığı hediyeyi beğenmeyip, elinin tersiyle itip, daha evlasıyla görmek gibi bir saygısızlık veya harfendaz bir tutum sergilemek bizim ne haddimize...? Küçük bir sivri  sineğe bile hükmedemeyecek kadar aciz, ölüm gibi vakarlı bir kapıyı kapatamayacak kadar güçsüz varlıkken neyin kibrini yaşarız...? Hangi makam ve saltanattan bahsedebiliriz?  
Madem dünyadaki bütün güzellikler bu ürkütücü ve soğuk kapıya kadarsa  hakikatlerden kaçmak hangi aklın kârı olabilir ?
Ölüm gibi gerçek bir hakikat varken neyin çekememezliğini veyahut neyin kavgasını yaşarız ? 
Her şeyin bittiği ve ebedi ayrılıkların başladığı o noktaya varacağımızı bildiğimiz halde Kâbe duvarı hükmünde olan gönül evinin duvarlarını yıkıp, dil-hun eyleyerek hangi acımasız  duygularımızı tatmin eyleriz?  
Bunca hakikatleri göz ardı etmeden yaşayıp, Allah’ın hükmünden kaçamayacağımızı anlayarak; bütün özgürlüklerin dahi bittiği o sınıra  (yani Allah’ın hükmünün ) vardığımızda unutmayalım ki her şey onun dilemesi ile gerçekleşecektir. Bize düşen o an itibariyle ona  razı gelip,  kıt aklımızın Allahtan daha iyi bilmediğini görüp huzura teslim olmaktan gayri çıkar yolumuzun olmadığını görmeliyiz. Korkunun, hüznün, gamın ve kederin ecele çaresi yok!!! 
O yüzden der ya Rasûlullah: "kadere iman gam ve hüznü giderir." (Hadis-i Şerif)

KISSADAN HİSSE 
Hazreti Süleyman as'mın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayati bir mesele için Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman as benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar:

- Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana... Adam telaş içinde:

- Bu sabah karşıma Azrail as çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı...

- Peki ne yapmamı istiyorsun?" Adam yalvarır:

- Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgârına emret de beni buradan taa Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail as  belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!

Hz. Süleyman, adamın haline acır. Rüzgârı çağırır ve:

- Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgâr bu... Bir eser, bir kükrer.
Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya götürür.

Öğleye doğru Hz. Süleyman, divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail as' da topluluğun içine karışmış, divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır:

- Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der. Azrail as  cevap verir:

- Ey dünyanın ulu sultanı! Ben, o adama öfkeyle, hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı.
Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah cc bana emretmişti ki:

- "Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!" Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi.