Hiçbir bayramda, hiçbir özel günde unutmadın beni. Hep aradın, sordun. Sağlığımla ilgilendin. Üzgünsem benimle üzüldün, sevinçliysem sevincimi paylaştın.

Seni örselediğim oldu. Hani ağabeyinim ya. Çocuklukla demek ki hiç tahammülü olmuyor  insanın sakarlıklara. 

Bir defasında canını yakmıştım. Anımsadıkça üzülürüm hala. Oysa sen hiç sorun yapmadın bunu.

***

Sen de az değildin ha?.. Ben 11’imde filandım. Sen de belki beş belki altı yaşlarındaydın.  Kent içi ulaşımı yapan otobüsler yeni gelmişti Gaziantep’e. Ona binmek bayram yerinde salıncağa binmek gibi bir şeydi benim için.

Aynı zevki senin de tatmanı istemiştim. El ele tutuşup otobüs durağına yollanmıştık. Otobüsler gelip geçmişti. Hiç birine binmemiştik. Binersek bilet almamız gerekirdi.

Oysa bizim paramız yoktu. O yüzden içinde amcamızın olduğu otobüsü bekliyorduk.

Amcamız o yıllarda belediye otobüslerinin kontrolörü olmuştu. Yeğenlerine de bilet aldırtacak değildi ya…

Oh, sonunda gelmişti o otobüs. Amcamız “gelin gelin, binin…” der gibi gülümsüyordu bize. Senin elinden çekerek otobüse yürümüştüm sevinçle.

Sen inatçı bir keçi yavrusu olmuştun o anda. Gelmemek için direniyordun. Ben elini çekiyordum, sen geriliyordun.

Bir yandan da zırıl zırıl ağlıyordun. Otobüse binmekten korktuğunu aklıma bile getirmemiştim.

Bir süre beklemişti çekişmemizi otobüsün şoförü. Sonra gaza basıp uzaklaşmıştı. O anda uzaklaşan sadece otobüs değildi. Benim sevincimdi aynı zamanda.

***

Üzerinde artist resimleri olan kartlar biriktirmiştim. Belki üç ayda, belki beş ayda, belki bir yıda… Bir gün kartlarıma öylesine büyük bir istekle bakmıştın ki… Hiç duraksamadan sana vermiştim ben de onları.

***

Mızıka almak sevdasına düşmüştüm bir ara. Alçıdan horoz kumbaramı kırıp içindeki bozukluklarımı çıkartmıştım. Sen de beni taklit etmiştin. Benim kumbaralarımdan yarım liralır, bir liralar çıkmıştı, seninkinden çirtikli, delikli kuruşlar…

Paralarımızı alıp mızıkacıya gitmiştik. Benim liralarım yetmemişti mızıkayı almaya. O zaman sen kuruşlarını sokmuştun devreye.

Duygulanmıştı Mızıkacı. İkimizin parasının bile yetmemesine kaşın vermişti bize istediğimiz o mızıkayı. Evde hep ben çalmıştım onu.

“Ne olur ben de çalayım abi…” diye yalvarmıştın.

Gaddarlığım tutmuştu. İçine tükürüğün dolar, bozulur mızıkamız…” diyerek onu sana çaldırmamıştım.

Ben uyuyunca mızıkayı almış, çalmıştın. İçine tükürüklerini doldurmuştun. Bozmuştun mızıkamızı. Kurutmak için paşa mangalımızın ızgarasının üstüne koymuştun onu. Uykuya yenik düşmüştün sonra.

Uyandığımda mızıkamızın ağzı eriyip gitmişti. Uzun yıllar mızıkamız olmayacaktı artık. Ne var ki sana kızamamıştım. Ben de olsaydım yerinde, senin yaptığını yapardım.

***

Büyümüştük... Fotoğraf çekmeye meraklıydık ikimiz de. Ben kendi yaptığım uyduruk bir aletle tab ediyordum çektiğim 6x6’lım filmlerimi. Nereden bulduysan bir tab makinen vardı senin.

Bir gün iç çekmiştim.

“Acaba benim de böyle bir makinem olur mu zamanla?” demiştim. Hiç duraksamadan bana vermiştin makineni.

***

Bütün bunları anımsadım şu kardeşlik gününde.

Aldığım bir iletiyi yolladım sana. Aldın mı bilmem. Şöyleydi:

“KARDEŞİNİZ hayatınızdaki ilk arkadaşınızdır. Sizi, onun gibi anlayan bir başkası olmayacak. Eskisi kadar bir araya gelip konuşamasanız bile o sizin en iyi arkadaşınız olarak kalacak.

Her insanın bir kardeşi olmalı hayatta, bir sırdaşı, can yoldaşı, aynı kan, aynı can. Bir tek gerçek dünyanda seni anlayan ve gerçek bir koruma iç güdüsüyle seni tutan ve sana tutunan…

En çetin kavgalarda bile, uzun süre küs kalmayı başaramadığımız, bir damla gözyaşı için, dünyaları bile hiçe sayabileceğiniz, tuhaf bir bağ işte bu kardeşlik...

Kardeşiniz, elinizi bir süre, kalbinizi ise ömür boyu tutacak...” 

***

Kardeşlik günün kutlu olsun, canım kardeşim… Hiç kimse kardeşiyle kötü olmasın. Hiç kimse kardeşsiz kalmasın.