27 Mayıs Devrimi yapıldığında, devrimi yapanlar bakarlar ki, devirdikleri DP iktidarı hazinenin dibine darı ekmiş.
Dış borç başını alıp gitmiş.
“Ne yapalım, ne yapalım…” derken bir akıl düşünmüşler.
“İmeceye gidelim. Herkes koysun taşın altına elini. Ulusça dayanışalım.”
“Nasıl yapacağız bunu?
“Her evli yurttaş, altın evlilik yüzüğünü hazineye bağışlasa sorun çözülür.”
Bilmeyenler duyunca inanamayacaklar ama bu ulus, o günlerde öyle bir danışma içine girdi ki, 27 Mayıs 1960 Devrimine ters bakanlar bile, bu hayırlı işe canı gönülden katıldılar.
***
Aradan yıllar geçti.
Bu devlet, bu ulus yeniden borçlandı dışarıya.
Hem de boğazına kadar borç içine girdi. Borçlarımızın faizini bile doğru dürüst ödeyemez hale geldi de, bağımlılık ödünü vererek, iyi kötü ertelettirmeye başladı bunları.
Şimdi bana iyi kulak verin:
Bir ülkenin dış borçlarından, dolayısıyla bağımlılıktan kurtulmasının tek yolu borçlarından kurtulmasıyla mümkündür..
Bu işin çözümü için sadece yüzükleri vermek yetiyorsa, devlet mülkünü satıp savmak haydi haydaya yeterdi.
Şu son on yıl içinde memlekette satılmadık devlet malı kalmadı.
Peki, nereye gitti bütün bunların parası?
Devlet mülkünü satarak elde ettiğimiz parayla, dış borçlarımızı ödeyip, gâvurun boyunduruğundan kurtulsak olmaz mıydı?
Olmazdı.
Neden?
Çünkü bize anamızı öpen, pabucumuzu elimize veren bir ağa gerekti.
***
Ah ah ah… Yüzüklerin efendisi olabildik ama ne yazık ki, egemenliğimizin, bağımsızlığımızın efendisi olamadık.
***
Bu yazı burada bitmeliydi ya, bitiremedim. Aklıma gelen bir hakiyeyi de anlatarak işi buruk bir tatlıya bağlayalım mı?
***
Hocanın biri köydeki kadınlardan birine yanıkmış. Yangınını söndürmek için de gerekeni yaparmış. Kadının durumu gören küçük oğlu bunu babasına haber vermiş:
Baba:
“Farkındayım oğlum…” demiş. “Allah onun müstahakkını verecek.”
Bir iki üç… Oğlan uyarıyor, babadan hep aynı yanıtı alıyor. Bakıyor böyle olmayacak. Gidip bakkaldan leblebi alıyor. Hoca minareye çıktığı zaman leblebilere basamaklara serpiyor,
Hoca ezanını okuyup inerken leblebilere basıyor. Ayağı kayıyor. Tangur tungur yuvarlanıyor. Alt basamağa geldiğinde artık mevtadır.
Oğlan sevinç içinde eve geliyor. Hocanın minareden inerken kazaya uğrayıp vefat ettiğini müjdeliyor. Baba her zamanki soğukkanlılığıyla:
“Gördün mü oğlum,” diyor. “Sana söylemiştim. Bak Allah müstahakkını verdi işte onun.”
Küçük delikanlı içini çekiyor:
“O müstehakkı kimin verdiğini gel de bana sor baba. Leblebiler olmasaydı Hoca anamı daha çoook öperdi…”
***
Ne dersiniz?.. Anamızı öpenlerin saraylarının basamaklarına leblebi mi serpsek acaba biz de?