Dünyaya gözümüzü açtığımızda gayriihtiyari kendimizi bir mahallenin içinde buluyoruz. Benliğin en dramatik çırpınışlarını, Ferhat gibi dağları aşmayı göze alarak, onun htiği aşkı ve özlemi ‘kendi’mize duyarak yaşamazsak eğer ‘biz’lerin yani yığınların içinden sıyrılmamızın imkanı yok bu coğrafyada. Bireyin bu derece hor görüldüğü bir ortamda söylediğimin mübalağa veyahut edebiyat, diğer tabirle laf salatası olduğunu düşünmüyorum. Tüm siyasi düşüncesi, belkide bir topluluğun içinde kendini bulamamış, kaybolmuş bir babadan duyduklarını kekelemekten ibaret olan bir çocuğun; o saf, masum ve aptal çocuğun tokalaşmasına bile anlam yükleyen bir zihniyetin tahakkümünde nefes alıp veriyoruz. Aptal diyorum çünkü, masum olmanın yegane şartının artık aptal kalmak olduğu kanaatindeyim.

 

   Bireyselleşmekten, yani yalnızca ‘ben’ine, egosuna değer veren ‘ben’ duygusuna sahip olmaktan bahsetmiyorum. ‘Ben’ değil, ‘kendi’ olmanın, olabilmenin zorluğuna ve değerine dikkat çekmek istiyorum sadece. Hakikati cebinde taşıdığı iddiasında olanların peşinden gitmenin kolaycılık olduğunu, kaçınılmaz olarak ‘siz’lere karşı şiddet doğurduğunu dile getirmeye çabalıyorum. Devlet denilen aygıtın veyahutta toplulukların ucuz menfaatlerinin değil, bilakis değerli olanın insan olduğunu unuttuğumuzdan beri başımıza gelmeyen belanın kalmadığını hatırlatıyorum. E biraz canınızı sıktığımı da biliyorum.

 

   Daha kaç insan; kendisine biçilen kılıfa uymanın uğraşını verirken kaybolacak, bir hiç uğruna yaşadığını ancak yaşlandığında anlayacak, amaç olanı araç olana feda edecek ve kendinin farkına varmadan, aynada gördüğü yüzü kendinin sanarak yitip gidecek. Yazık değil mi bize, ‘ben’e ? Zübde-i alem olanın, nizâm-ı alem için fedasından daha acıklı bir dramı Tanrı’dan başka kimse yazamazdı zaten. Hoşça bakılması gerekene horca bakılmasının dramı.Dışlanmış, sindirilmiş, ürkütülmüş bir ‘ben’ var ki ortada, yüzyıllardır ağlıyor. İşte öyle bir dram.

 

   Zavallı ‘ben’.