Eskiden çocuk olmak bambaşkaydı. Çocukların türküleri, sokakların sesi, mahallenin birliği vardı. Köyden şehre göçen ailelerin çocukları, hayatlarını adım adım kurar, çalışır, bir ev kiralar, sonra küçük adımlarla büyürlerdi. Çocuklar; toprağın kokusunu, emeğin anlamını, yan yana olmanın bereketini erken yaşta öğrenirdi.

O neslin yetişkinleri bugün toplumun pek çok yerinde söz sahibidir. Çoğu “yokluktan geldik” derken abartmıyor. Gerçekten de azla yetinmeyi öğrenmiş, azı çoğa dönüştürmenin yolunu bulmuş bir hayat deneyimi taşıyorlar. Çünkü hayat onlara çalışmadan, terlemeden, çabalamadan bir şey sunmadı.
Bugün ise çocukluğun iklimi değişti. Artık sokaklar sessiz. Mahalleler oyun sesini unuttu.

Çocuklar toprakla değil, ekranla büyüyor. Tabletler, telefonlar, oyun konsolları…Bir zamanlar “gel eve, hava karardı” diye seslenen annelerin yerini, şimdi “telefonu bırak artık” diyenler aldı. Fakat ses aynı etkiyi göstermiyor. Çünkü çocuk artık evin içinde bile başka bir dünyada. Dokunamadığımız, denetleyemediğimiz, hatta çoğu zaman anlamlandıramadığımız bir dijital evrende.

Eski çocukluğun verdiği dayanıklılık, birlik, paylaşma kültürü; yerini bireyselliğe, hız tüketimine ve yalnızlığa bıraktı. Çocuk toprağın sabrını bilmeyince, hayata da sabırla yaklaşamıyor. Tek tuşla her istediğine ulaşırken, emek denilen kavramı tanımıyor. Bu yüzden başarı da eskisi gibi kıymetli gelmiyor. En önemlisi ise, gençlik hayal kurmayı bırakıyor.

Çünkü ekran zaten onlar için hayal kuruyor; hazır görüntüler, hazır başarılar, hazır kahramanlar sunuyor. Oysa bir nesil, kendisini toprağın bereketiyle, sokakların coşkusuyla, komşuluğun sıcaklığıyla var etmişti. Bizim mesele sadece “teknolojiyi yasaklamak” değil elbette. Teknoloji hayatın bir parçası. Fakat teknoloji çocuğun elinde bir araç olmaktan çıkıp, amaca dönüştüğünde tehlike başlıyor.

Bugün bize düşen, çocuklara sadece yasak koymak değil; yeniden hayat sunmak. Oyun alanları, etkinlikler, mahalle dayanışması, aile içi sohbetler… Kısacası gerçek yaşamın tadını hatırlatmak. Çünkü unutmayalım; “Bir neslin geleceğini belirleyen, çocukluğudur.” Ve çocukluğunu kaybeden toplum, geleceğini kaybetmeye başlar.
Bir zamanlar, evlerin içi bugünkü kadar gürültülü değildi. Bildirim sesleri yoktu, sürekli yanıp sönen ekranlar yoktu, sosyal medyanın bitmeyen akışı yoktu. Çocuklar, ellerinde bir telefon olmadan da büyüyor, öğreniyor ve hayata hazırlanıyordu.

O dönemlerde ders çalışmak bir tercih değil, çoğu zaman doğal bir alışkanlıktı. Çünkü dikkat dağıtıcı başka bir şey yoktu; ne “beş dakika bakıp çıkacağım” denilecek bir uygulama, ne de bir videodan diğerine savrulacak bir platform. Bir defter, bir kalem, bir de öğretmenin verdiği ödev yeterliydi.

Akşamları sokaktan gelen çocuk sesleri yavaş yavaş diner, evlerdeki ışıklar ödev masalarının üzerine düşerdi. Anneler çayını karıştırırken, babalar gazetenin sayfalarını çevirirken bir köşede mutlaka kitap okuyan, test çözmeye çalışan bir çocuk olurdu. Şimdiki gibi her an gelen bildirim, her dakikayı bölen çağrılar yoktu. Zihin daha sakindi, zaman daha yavaştı, sabır daha güçlüydü.

Bugünün çocukları ise aynı masaya oturduklarında bile zorlu bir sınavdan geçiyor: Ekranın cazibesi. Bir mesaj sesi, bir oyun isteği, bir video önerisi derken konsantrasyon dakikalar içinde paramparça olabiliyor. Üstelik sadece çocuklar değil, yetişkinler de aynı girdabın içinde.

Belki de teknolojiyle büyüyen yeni neslin en büyük sınavı, zamanı yönetmek değil; dikkati korumak. Çünkü zaman hâlâ aynı hızla akıyor, fakat dikkatimizi çalmak isteyen şeyler artık çok daha güçlü. Bu yüzden bazen eski günleri özlemek çok doğal. Çünkü o zamanlar çocuklar, telefon olmadığı için değil; hayatın daha sade olduğu için ders çalışıyordu.

Bizler de bir kitabı, bir defteri, bir hedefi takip edebilmenin ne kadar değerli olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Belki hâlâ geç değil…Bir akşam telefonu bir kenara bırakıp bir sayfa kitap açmak, eski günlerden bir tebessüm geri getirir. Kim bilir, belki çocuklar da bunu görüp sessiz bir odanın, dikkatin ve emeğin kıymetini yeniden fark ederler.