Hayatın bir yerinde mutlaka tanık olmuşsundur buna: bir adamın, onu gerçekten seven bir kadını sessizce, gerekçesizce, hatta bazen nankörce bırakışına. İşleri bozulur, morali dağılır, dünyası karışır… Ve o karmaşada ilk kapıya koyduğu kişi, kalbini ona koşulsuz açan kadındır.

Oysa o kadın, her şeyin altüst olduğu o günlerde en büyük şanstır. Onun sevgiyle yoğrulmuş elleri, bir omuz, bir dua, bir yuvadır aslında. Ama bazı erkekler bu sevginin ağırlığına tahammül edemezler. O sevgi ağır gelir bünyesine kaldıramazlar. Çünkü seven bir kadın, bir ayna gibidir. O yanda kendini eksik, başarısız, güçsüz gören adam; o aynayı kırar. Oysa bilmez ki, kırdığı şey kendi yansımasıdır.

Erkek, çoğu zaman hayatla savaşırken kadını da o savaşın bir parçası sanır. Kadın ise, savaşın bitmesine değil; beraber kazanmayı ister. Ama erkek, kendi içinde yenildiğinde, en çok onu seveni suçlar. Çünkü en kolay vedalar, en çok sevenlerin omzuna yüklenir.

Kadın kalır geriye; anlamaya çalışır, hatayı kendinde arar. ‘’Yetersiz miydim?’’, ‘’Fazla mı oldum?’’, ‘’Az mı sevdim?’’ diye sorgular. Oysa cevap hiçbiri değildir. Sen fazla sevmedin; o eksik kaldı. Sen yanında durdun; o kendinden kaçtı.
Ve işin en ironik tarafı: O adam, hayatı düzene girince ilk kimi özler biliyor musun? Giderken sessiz kalan, ama içten içe dualar eden o kadını… Çünkü hiçbir şey, kendini en çok sevdiği kadının kalbinde yitirmek kadar büyük bir kayıp değildir.

Erkekler işleri yolunda gitmediğinde, çoğu zaman kadınları değil; kendi şanslarını terk ederler. Çünkü bazı kadınlar bir ‘’dönem’’ değil, bir ‘’ömür’’ dür. Ama bunu erkekler, onları kaybettikten sonra anlarlar.