Bir vitrinin önünde durup, gözlerini ışıltısıyla kamaştıran bir pırlantaya bakarsın. Ama cebindeki para yetmez. İç çekersin, biraz bakar, biraz hayal eder, sonra arkanı dönüp gidersin.

Peki, pırlanta ne kaybetmiştir? Hiçbir şey. O hala ışıltısıyla oradadır. Ama müşteri, yetersizliğini sırtında bir yük gibi taşır.

İlişkiler de böyledir aslında. Siz tüm değerinizle, tüm sevginizle orada durursunuz. Karşınızdaki kişi, sizin kıymetinizi görecek, sizinle olmaya yetecek donanımı, cesareti ya da sevgiyi bulamazsa gider. Bu gidiş, sizin değerinizden bir şey eksiltmez; tam tersine, onların kapasitesizliğini açığa çıkarır.

Bazen gitmelerine engel olmaya çalışırız. Kal diyerek, anlamasını isteyerek, daha çok çabalayarak… Oysa gerçekte yaptığımız şey, onların yetersizliğini sırtımızda taşımaktır. Hâlbuki izin vermek gerekir. Gitsinler. Hem de kendi yetersizliklerini, korkularını ve eksikliklerini de yanlarında götürerek.

Unutmayın, bir pırlanta vitrinden alınmasa da pırlantadır. Siz de öylesiniz.

Sizin değerinizi belirleyen, kimin cebinde ne kadar cesaret ya da sevgi olduğu değildir. Sizin değerinizi belirleyen, ışığınızı nasıl taşıdığınızdır.

O yüzden gitmelerine izin verin. Çünkü belki de sizin en büyük özgürlüğünüz, artık kimin alıcı olamayacağını fark etmektir.

Yani işin özü şu; pırlantaya yetmeyen, sahte taşlarla avunsun. Siz hala parlıyorsunuz.