Sessizliğin, Öfkenin ve Dinlenmeyen Sözlerin Arka Planı
Geçtiğimiz günlerde katıldığım bir toplantıda dikkatimi çeken bir şey oldu:
Sözler yükseliyor, bakışlar sertleşiyor, cümleler birbirine çarpıyor; kimse kimseyi duymuyordu.
O an içimden şu soru geçti:
“İtiraz edenler suçlu mu acaba, yoksa biz itirazı anlamayı mı unuttuk?”
Bazen öfkeyle yükselen bir ses, görünenden çok daha derin bir ruh hâlinin işaretidir.
İtirazı yalnızca bir karşı çıkış gibi görmeye alıştık; ama çoğu zaman itiraz, insanın duyulma çabasının son kırıntısıdır.
Dinlenmediğini hisseden bir beden, kendini duyurmak için önce sesi yükseltir; sonra sabrı tükenir.
Bugün pek çok yetişkinin yoğun stres altında verdiği tepkinin kaynağı, söylendiği kadar karmaşık değildir:
İnsan, tehdit altında olduğunu düşündüğünde duygusal olarak daralır.
Kendi sözünün değersizleştiğini hissettiğinde zihni savunmaya geçer.
Ve savunma en çok da öfke kılığına bürünerek ortaya çıkar.
Toplantı salonlarında, meclislerde ya da aile içinde gördüğümüz gerginliklerin çoğu, aslında aynı yere çıkar:
Duyulmadığını hissetmek.
Kimi susarak kendini korur, kimi bağırarak var olmaya çalışır.
Kimi nefesini içine gömer, kimi cümleleriyle etrafına duvar örer.
Bu insanlar suçlu değildir; sadece insan olmanın doğal kırılganlığıyla baş etmeye çalışıyor olabilirler.
Kabul edilmeme korkusu, toplum önünde hata yapma utancı, sürekli yetiştirme telaşı, kronik yorgunluk…
Tüm bunlar, bir yetişkini “haklılık savaşçısına” dönüştürebilir.
İtirazın sertleşmesi, çoğu zaman kötü niyetin değil, içsel yorgunluğun göstergesidir.
Asıl mesele belki de şudur:
Bir toplum olarak itirazı düşmanlıkla eşitlemeye o kadar alıştık ki, itiraz edenin neden o hâle geldiğini soran pek kalmadı.
Oysa dinlenmeyen bir sözün gölgesi büyür.
Büyüdükçe sertleşir.
Sertleştikçe her tartışma bir güç gösterisine dönüşür.
Peki çözüm?
Belki de en çok bağıran kişinin bile aslında en çok duyulmak isteyen olduğunu hatırlamaktan geçer.
Çünkü içsel dengeyi koruyamayan yetişkin, toplumun dengesini de koruyamaz.
Herkesin iyiliği, herkesin psikolojik iyi oluşuyla yakından bağlantılıdır.
Bu nedenle, ne kadar yoğun olursa olsun, herhangi bir karar mekanizmasında yer alan herkesin kendine sorması gereken bir soru vardır:
“Ben şu anda haklı çıkmaya mı çalışıyorum, yoksa gerçekten anlamaya mı?”
Bazen bir toplumun huzuru, tam da bu küçük sorunun sorulmasıyla başlar.
Ve belki de en önemlisi:
İtiraz edenler suçlu değildir;
duyulmadığını hisseden insan, önce kendi sesine tutunur.
O sesi duyabilecek bir toplum ise, ancak birbirini gerçekten dinlemeyi öğrendiğinde kurulur.