Derlerdi ki: ‘’Aşk acısı anne babanın ölümünden daha beterdir.’’ İnandırıcı gelmezdi bana. Ta ki, bir gecenin içinden uyanıp aynı dünyada aynı şehirde, yokluğuyla baş başa kalana dek!

Aşk, sevdiğini kaybetmenin ötesinde bir yitiriliştir, kendi versiyonunu, geleceğini, alışkanlıklarını, hatta bazen kendini bile kaybetmektir. Ve bu yitiriş, öyle bir şekilde işler ki ruhun duvarlarında görünmez bir çukur bırakır; içine düşersiniz, elinizde kalan tek şey anıların ağırlığıdır.

Aşk acısı, mantık zekice itiraz etse de bir bedenin değil; hatırların, beklentilerin, beklentilerin kırılmasının acısıdır. Önce tüm küçük ritüeller yok olur, sabah kalkınca gönderilen ‘’iyi sabahlar, günaydın’’ mesajı, birlikte içilen çayın buharı, ortak planların yarısı. Sonra yolculuk alışkanlığına dönüşür. Bir sandalye boş kalır, kulaklar adını bekler, telefon ışığı sensiz titrer. Kayıp sadece bir kişiye dair değildir; o kişiyle kurduğunuz bütün varsayımlar, hayaller, ‘’biz’’ yükümlülükleriyle birlikte göçer.

Bu yüzden bazı acılar ömür kadar ağır gelir; kaybolan sadece kişiyse, zaman onu hafifletebilir; ama yok olan ‘’biz’’ ise onun izleri uzun sürelidir.
Acının tuhaf bir yanı da suçluluk duygusudur. ‘’ben sevmiştim, suçum buydu’’ hissi, kimi zaman sevmenin saf halini lanetler hale getirir. Ama sevmenin suçu olmaz; sevgi, insanın en doğal refleksidir. Cidden elinde değildir. Suç yoksa bile sorular çoktur: Neden olmadı? Nerede hata yaptım?... vs.

Bu sorular, cevap bulunamadıkça daha da yıpratıcı olur. Zihnimiz bir dedektif gibi döngüsel sorgulamalarla meşgul olur; geçmişi çırpar, her detayı yeniden değerlendirmeye çalışır. Ancak çoğu zaman cevap yoktur ya da cevaplar, bizim aradığımız türden rahatlatıcı olmaktan uzaktır.

Aşk acısının bir diğer yanı da kimlik krizidir. İnsanları aşklarıyla tanımlarız:’ ’o benimleydi, ‘’biz böyleydik,’’ ‘’yanında en iyi halim.’’di.

İlişki bitince, bu etiketler silinmiş gibi hissedilir. Kendinizi yeniden etiketletlemek, yalnız başına kim olduğunuzu yeniden tanımlamak sancılıdır. Bazıları için bu süreç bir yeniden doğuşa dönüşür; bazıları içinse yara kabuğunu çekmeyen koca bir yara halini alır.

İyileşme yavaş ve sarsıcıdır; mucizevi bir reçete yoktur. Dostların varlığı, yazmak, yürümek, küçük ritüeller kurmak, hepsi tamir sürecinde tuğla taşır. Yazmak özellikle iyileştiricidir çünkü kelimeler, acıyı dışarı çıkarıp elle tutulur hale getirir; onu tarif edilebilir, ölçülebilir bir şeye dönüştürür. Sanat, şiir, hatta günlük halindeki notlar bile yaraya oksijen götürür. Bazen en büyük mucize, acının bir süre sonra eskisi kadar keskin hissedilmemesidir; yarı şeffaf bir iz kalır ama artık nefesi kesmez.
Ve son bir gerçek: aşk acısı öğretendir. En küçüğüyle bile bize sınırlarımızı, ihtiyaçlarımızı, uğruna kendimizi nasıl feda ettiğimizi öğretir. Hangi sevgiyi tolere ettiğimizi, hangi sınırları çizemediğimizi, hangi davranışları affetmeyi öğrendiğimizi gösterir. Acı, bize daha sağlam ‘’hayır’’ lar ve daha gerçekçi beklentiler öğretir; belki de bir gün daha sağlıklı bir sevgiye kapı aralar.

Aşk acısı, yıkıcı olduğu kadar öğreticidir. Anne-babanın kaybıyla kıyaslanacak kadar derin bir boşluk hissettirebilir; ama unutmayın zaman ve kendinize gösterdiğiniz şefkat bu boşluğu dolduracak tuğlaları getirir. Sevmek suç değil, insan olmanın bir parçasıdır. Ve elinde değildir.