Kalp atışlarının hızlanması, terleyen eller, baş dönmesi… Bunlar sadece bedensel tepkiler değil; aynı zamanda iç dünyamızın bir yansımasıdır. Günümüzde çoğu insan bu hisleri “bozukluk” olarak görür. Oysa bu duygu, insan olmanın kaçınılmaz bir parçasıdır.
Toplum olarak genellikle bu duygudan kaçmaya, onu bastırmaya ya da kontrol altına almaya çalışırız. İlaçlar, rahatlama teknikleri, kısa vadeli çözümler geçici bir ferahlık sağlar belki ama sorunun özüne inmez. Asıl mesele, o içsel sesi duymayı öğrenmektir. Çünkü bastırdığımız her kaygı, aslında bize bir şey anlatmaya çalışır.
Bu his, tıpkı bir pusula gibi yön gösterir. Hayatta yüzleşmemiz gereken bir konuyu işaret eder. Seçmediğimiz bir dünyaya gelmiş olmamız, sonucu belirsiz kararlar almak zorunda kalmamız, ölümün kaçınılmazlığını bilmemiz... İşte bütün bunlar insanın derin huzursuzluğunun kaynağıdır.
Özgürlükle birlikte gelen sorumluluk da bu duyguyu besler. İhtimallerin sonsuzluğu bir yandan büyüleyicidir, diğer yandan sersemletici. Çünkü özgür olduğumuzu fark ettiğimiz anda, seçimlerimizin sonuçlarını da taşımamız gerektiğini anlarız. Bu da doğal olarak içimizde bir gerilim yaratır.
Zaman zaman bu gerginlikten kaçmak için rutinlere sığınırız. Aynı işleri yapmak, alışkanlıklara tutunmak, başkalarının beklentilerine göre yaşamak bize güvenli gelir. Ancak bastırdığımız o içsel ses, aslında yolumuzu kaybettiğimizi hatırlatır. Rahatsız edicidir belki ama aynı zamanda en dürüst rehberdir.
Kaygının en büyük farkı, korkudan daha derin bir farkındalık taşımasıdır. Korku genellikle somut bir şeye yönelir; kaygı ise varlığımızın sınırlı oluşuna, hayatın geçiciliğine dair bir sezgidir. Ondan kaçtıkça büyür, üzerine düşündükçe anlam kazanır.
Bu duygu aslında bizi eğitir. Korkularımızın ardındaki arzuları, özlemleri ve değerleri görünür kılar. Eğer onu düşman değil, bir işaret olarak görebilirsek; yaşamın iplerini yeniden elimize alabiliriz.
Sonuçta mesele kaygısız bir hayat yaşamak değil, onunla birlikte yaşamayı öğrenmektir. Çünkü bu duygu, bizi gerçeklerle yüzleştirir, seçim yapmaya davet eder.
Kaçtıkça değil, dinledikçe bizi güçlendirir.
Ve belki de en önemlisi: korkulacak bir düşman değil, insanı kendine götüren en güvenilir pusuladır.