Bir ülkede aynı gün içinde bir iktidar vekili vatandaşı kayak yapmaya davet edebiliyorsa, muhalefet lideri de erken seçim çağrısı yapabiliyorsa, ortada yalnızca siyasi gündem değil, derin bir kopuş var demektir.

Çünkü bu ülkenin gerçek gündemi bambaşka bir yerde duruyor.

Açlık sınırı 30 bin liraya dayanmış durumda. Bu rakam, lüksü değil, yalnızca hayatta kalmayı tarif ediyor. Buna rağmen asgari ücret tespit edilirken işçinin sesi masada yok. Sendikalar dışarıda, kararlar kapalı kapılar ardında. İşçiye düşen ise yine sonucu kabullenmek.

Sokakta başka bir Türkiye var. Market raflarıyla pazarlık yapan, kasada eksilen ürüne bakan, ayın kaçında maaşın biteceğini değil, kaç gün dayanacağını hesaplayan bir Türkiye. Ama siyaset bu tabloya sırtını dönmüş gibi. Kimi kayak pistinde, kimi sandık hesaplarında.

Vatandaşın sofrası konuşulmuyor. Tenceredeki yangın rakamlara sıkıştırılıyor, istatistiklerle örtülmeye çalışılıyor. Oysa insanlar ne enflasyon tablosu okuyor ne de siyasi polemik dinleyecek hâlde. Onlar yalnızca yaşamaya çalışıyor.

Asıl kırıcı olan yoksulluk değil; yoksulluğun bu kadar normalleştirilmesi. Asıl yaralayıcı olan rakamlar değil; bu rakamların yarattığı çaresizliğin görülmemesi. Vatandaş artık kızmıyor bile. Çünkü öfke bağırır, bu ülkede ise derin bir sessizlik var.

Bu sessizlik, kayıtsızlıktan değil, umudun yorgunluğundan doğuyor.

Siyaset kendi gündeminde ısrar ettikçe, toplumun gündemi daha da ağırlaşıyor. Ve bir noktadan sonra insanlar şunu sormaya başlıyor: Biz gerçekten aynı ülkede mi yaşıyoruz?